Toka (sarayda, Samirina’nın odası)

İlk bölüm: büyük takı atölyesi meydanı
İkinci bölüm: saraya giden yol

Panora kendisini bile şaşırtan bir zarafetle Samirina’nın boynuna dolanmıştı. Midye ana Gulama Samirina’nın göğüslerinin arasına yerleşmiş ve burada durduğu sürece asla uyumayacağına dair kendisine söz vermişti. Kolyeyi oluşturan her bir canlı için artık yeni bir hayat başlıyordu. Ama Samirina için birazdan başlayacak akşam yemeği, gerçek bir eziyetti.

Sarayda verilen akşam yemeklerinde genellikle krallığın önemli işleriyle uğraşan yakın akrabalar ya da babasının özel olarak davet ettiği saygın Artene yurttaşları bulunurdu. Babası ile başbaşa yedikleri yemeklerin her birini, çok özel anılar olarak belleğinde saklardı Samirina. Annesinin hayatta olduğu o masal günlerini ise, unutmamak için uğraşırdı.

Bu akşam, büyük ziyaretin öncesindeki son akşam yemeklerinden biri veriliyordu. Günlerdir Artene ülkesine gelecek konuklar hakkında konuşuluyor, yorumlar yapılıyor, beklentiler ve kuşkular dile getiriliyordu. Samirina bu telaştan uzak durmaya çalışsa bile, her akşam kendisini o masada ve o tartışmaların ortasında buluyordu. Açıkçası, artık tek kelime bile duymaya tahammülü kalmamıştı! Ablalarının aksine Samirina yönetim sorunlarından, saray politikasından ve güç savaşlarından hiç hoşlanmazdı.

Ablaları aklına geldiğinde Samirina hep şükretme ihtiyacı duyardı. Duyduğu öfkeyi eğer Haldeni gibi alenen kızarıp yeşererek belli etmeye meyilli bir teni olsaydı, şimdiye kadar o ten, kesinlikle o iki cadı tarafından yüzülüp eline verilmiş olurdu. Hem de büyük bir sevgi göstergesi olarak. Çünkü Palin ve Manu, Samirina’yı her şeyin ötesinde bir adanmışlıkla severlerdi. Kral ve kraliçenin bir yıl arayla doğan kızları uzun yıllar sonra gelen kardeşlerine annelerinden geriye kalan son anı olarak sahip çıkmış ve onu Artene ülkesinin en değerli hazinesi olarak görmüşlerdi. Ancak bu hazineyi korumak için buldukları yöntemler, Samirina’nın artık canına yetmişti. Yetmişti yetmesine ama yine de Samirina’nın gönlü ablalarına karşı çıkmaya el vermezdi. Annesiydi onlar, öğretmeniydi.. ve daha bir çok şeyiydi.

Ayrıca biliyordu ki, eğer biraz daha yeni kolyesiyle oyalanırsa bu iki sevgili varlık az sonra kapısına dayanacaklardı. Aceleyle saçlarını taradı, Haldeni’nin zamanında annesi için yaptığı şatafatlı tokalardan biriyle tepesinde topladı ve tam kapıyı açtığı anda, babasını karşısında buldu. Aniden açılan kapının ardında Artene kralı Venet tüm haşmetiyle ve bir eli havada kalakalmıştı.

Samirina bu defa çok ileri gittiğini düşündü. Demek ne kadar geç kalmıştı ki, kapısına dayanan bu sefer kral babası olmuştu. Yüzüne hemen mahcup bir gülümseme yerleştirdi ve “özür dilerim baba, ben de şimdi geliyordum zaten” dedi. Ancak Venet’te kızının söylediklerini duyduğuna dair bir belirti yoktu. Tek yaptığı, içeri girip kapıyı arkasından yavaşça kapatmak oldu.

Samirina bu ifadeyi taa çocukluğundan beri tanırdı. Bu ifade “çok önemli şeyler söyleyecek adam” ifadesiydi. Ve ne zaman ortaya çıksa, yanında Samirina’yı sıkıntıdan patlatacak şeyler getirirdi. Bu durumda yapılacak tek şey sadece kaderine razı olup dinlemekti. Zaten babası da kızına oturmasını işaret ediyordu, en ciddi haliyle. Yatağının kenarına ilişen Samirina, her önemli söylev sırasında yaptığı gibi karşısında bir aşağı bir yukarı dolanmaya başlayan babasını dinlemeye koyuldu. Dinledikçe anladı ki, kral Venet’in söyledikleri çok önceden düşünülmüş, üzerinden defalarca geçilmiş ve iki ablanın karşısında yapılan provalarla mükemmele yakın hale getirilmiş bir tür kraliyet bildirgesiydi.

Kralın söylevini en az Samirina kadar dikkatle dinleyen midyeler duyduklarını nasıl olup da kendilerine saklayacaklarını düşünürken, onları taşıyan Panora şaşkınlığın getirdiği unutkanlıkla, Samirina’nın boynundan kaymaya başladı. Tam düşmek üzereyken, Gulama’nın dürtüklemesiyle kendine geldi ve eski halini aldı. Gulama ise, saraya geldiğinden beri ilk defa bir başka kız için endişelenmeye başlamıştı. Artene kralı Venet’i dinlemiş ve aklından geçen tek şey “zavallı Samirina!” olmuştu. Devamı gelecek muhtemelen..

Toka (saraya giden yol)


Artene sarayına giden tek bir yol vardı ve Haldeni bu yolda yalnızdı. Göz alabildiğine uzanan yol, hiçbir yere sapmadan, inmeden, çıkmadan ve daralıp açılmadan doğruca sarayın dillere destan olmuş bahçesine gider, sonra o bahçede bölünüp parçalanırdı. Parçalardan her biri de, farklı bir saray kapısında son bulurdu.
Yolun iki yanında, Artene tarihinin suskun tanıkları sıralanırdı ve Haldeni onları her görüşünde içine davetsiz bir misafir gibi arsızca yerleşen öfkesiyle baş başa kalırdı. Ama bugün öfkesi bir köşeye ilişip kalmamış, sanki bütün ruhunu ele geçirmişti. Hem de, engel tanımayan hırsı ile iş birliği yaparak.

Yolun iki yanındaki heykeller Artene sanatının diğer örneklerine hiç benzemezlerdi. Zaten Artene sanatı denilince akıllara gelen üç şey vardı: Takı, bahçe düzenlemesi ve kraliyet korosu. Haldeni için bunların en önemlisi takı sanatıydı, kendisi de o sanatın yeri doldurulamaz tek ustası. Ve elbette bu sadece kendisinin değil, tüm Artene halkının ortak yargısı olmalıydı. Tabii Barkan yok sayılabilirse.

Bu kadar huzursuz bir varlığın kollarında saraya götürülen kolye ahalisi ise, varoldukları andan beri söylenceleriyle büyüdükleri heykellere dalıp gitmişlerdi. O heykeller, Samirina, babası, iki ablası ve diğer asillerin atalarına aitti. Öyle olması gerekiyordu çünkü bu alemde heykellere sadece onlar benziyordu. En azından bir yarılarıyla.   

Artene efsanelerine göre, suyun bittiği yerde yaşayanlar çok uzun bir zaman önce suya dönmüş ve o eşsiz dehalarıyla Artene ülkesini kurmuşlardı.  Onların soyundan gelenler yönetmişti bu ülkeyi. İşte Haldeni’nin sinirlerini bu kadar bozan şey de, Barkan’ın  onlardan biri olmasıydı. Ve Barkan, sadece asil soydan biri olmakla kalmıyor, aynı zamanda yeteneği, inadı ve zekasıyla Haldeni’nin asla ulaşamayacağı yerlerin tek adayı gibi duruyordu.

Aslında o yerler Barkan için elini uzattığında dokunabileceği kadar yakındı. ancak bu yetenekli genç kendisine çok farklı bir yol seçmişti. O güne kadar, şanda şerefte gösterişte ve güzellikte kullanmaları dışında, hiçbir şekilde takı sanatıyla ilgilenmeyen soyunun içinden çıkmış ve babasının karşısına dikilip, Haldeni’nin yanında bir takı sanatçısı olarak eğitilmek istediğini söylemişti. Tabii bu karardan Haldeni’nin haberi yoktu. Olduğunda da hayır demeye ne cesareti vardı, ne de isteği.

Haldeni için Barkan, bir süre sonra bu şımarık hevesinden vazgeçecek bir çocuktu. Hem onunla birlikte çalışması, kendisine ilerisi için faydalı olabilirdi. Her ne kadar kralın ailesinden olmasa da, Barkan, Artene ülkesinin sayılı ailelerinden birinin üyesiydi ve prenses Samirina’nın taa bebekliğinden beri arkadaşıydı. Hatta son zamanlarda çok iyi arkadaşı! Ve o tokayı arkadaşına sunduğunda, sarayın baş takı tasarımcısı Haldeni’nin ustalığı, artık sorgusuz kabul edilen tekliğini korumakta çok zorlanırdı.

Aklından geçenler derisine vurdukça, Haldeni önce kızarmaya, sonra da yavaş yavaş yeşermeye başladı. Bu durum böyle devam ederse saraya vardığında, nedenlerini asla açıklayamayacağı bir renk cümbüşünün içinde bulacaktı kendini. Öfkesine son vermesi gerekiyordu, hem de hemen!

Sarayın mercan kuleleri karşısında belirginleşip büyümeye başladığında, Haldeni içini kemiren sorunun geçici çözümünü buldu. Barkan’ı ikna etmesi gerekiyordu. o tokayı vermek için, büyük ziyaret bitene kadar Barkan beklemeliydi. Evet, işte çözüm bu kadar basitti. Büyük ziyaretin getireceği heyecan, telaş ve kim bilir daha nelerin arasında, tokanın bir şekilde icabına bakardı nasıl olsa. Hatta belki, Barkan’ı toka üzerinde bazı değişiklikler yapması için teşvik edip, sonra da kendi elleriyle sunardı Samirina’ya. O zaman hevesli yardımcısının bu ilk deneyimi, ustasının dokunuşlarıyla değer kazanmış olurdu ve.. ve sonrasını da sonra düşünürdü.

Büyük ziyareti düşündüğünde Haldeni’nin rengi mutlu mavisine dönüştü. Yıllardır beklenen bu ziyaretin, kendisine sağlayacağı yararları içinden sıralamaya başladığında ise, artık Barkan ve tokası küçük bir ayrıntı halini almıştı. Kollarında merak, heyecan ve huşu içinde titreyen kolyeye bir çeki düzen vererek, kendisini hazine bölümünün kapısına götürecek yola saptı.


Devam edecek..

Toka (büyük takı atölyesi meydanı)


Karadeniz açıkları, dipleri..

Kolye yapılmak için gönüllü olan 116 midye sıraya girmiş bekliyorlardı. Birazdan sarayın baş takı tasarımcısı Haldeni yanlarına gelecek ve hepsini, tam karşılarında boynu bükük bekleyen genç deniz yılanı Panora’nın gövdesine yosunlarla bağlayacaktı. İçlerinden en büyüğü olan midye ana Gulama, sadece büyüklüğü ile değil üzüntüsüyle de dikkat çekiyordu. Üzgündü, çok büyüktü ve en büyük midye olarak kolyenin tam ortasına konulacaktı. Çok eski zamanlarda bir kere daha gönüllü olmuştu bu kolye işi için. Ama o zamanlar gençti ve akılsızdı. Ya şimdi? başına geleceği bile bile niye gönüllü olmuştu ki tekrar? Bunun tek bir nedeni vardı: Saray bahçesindeki süs havuzuna atılan kızını görme umudu.

Diğer midyeler ise sadece sarayı görmek istiyorlardı. Hem de prenses Samirina’nın boynunda salınarak, hem de her yerini.

Kolye, prenses için hazırlanan onlarca kolyeden biriydi ama herkes bilirdi ki Samirina en çok midyeli kolyeleri sever ve eğer deniz yılanıyla anlaşırsa o kolyeyi taa gece yarılarına kadar boynundan çıkarmaz. Bu da demek oluyordu ki, eğer Panora böyle yüzünü asmaya devam ederse, midyelerin hayalleri asla gerçekleşmeyecek!

Samirina’nın boynuna takıldıkları gibi çıkarılmak istemeyen midyeler, Panora’nın keyfini bir parça olsun yerine getirebilmek için hep bir ağızdan takırdamaya başladılar. Panora ise, o takırtıların eşliğinde iyice kıvrıldı kaldı olduğu yerde. Gövdesinin herhangi bir yerinden çok da ayırt edilemeyen başını, kıvrımlarının arasına sakladı. İçinden kendisini bu şerefli göreve yollayan babasına iyi aile terbiyesi almış genç bir deniz yılanına yakışmayan ifadelerle söylendi, ve midye ana Gulama’nın sesi diğer takırtıları bastırana kadar hiçbiriyle ilgilenmedi. Gulama çok basit bir şey söylüyordu: “Panora, bu benim son şansım.”

Gulama’nın masallarını dinleyerek büyüyen Panora’nın yapabileceği hiçbir şey yoktu. O masallar Panora’yı uyutmuş, uyutmadan önce düşlere yollamış ve düşlerinde suyun bittiği yere götürmüştü. Panora da midye anayı götürmeliydi, en büyük düşüne.

Haldeni’nin on sekiz kolunu sallaya sallaya gelmesiyle sesler kesildi. Midyeler, biraz önce Panora için bozdukları sırayı yeniden kurdular ve asla saklamak istemedikleri heyecanlarıyla baş başa kaldılar. Haldeni saray tarihinin yazdığı, yazmakla kalmayıp daha şimdiden on sekiz koluna ayrı ayrı övgüler düzdüğü, en yetenekli, en yaratıcı ve en huysuz takı tasarımcısıydı. Eşsiz değerinin farkındaydı ama bu farkındalık onu daha çekilir kılmıyordu.

Ancak bugün, her günden ve her günün her anından çok daha huysuz, çok daha sinirliydi. Sinirliydi çünkü, yardımcısı Barkan son eseriyle gelip karşısında durduğunda dili tutulmuştu. O ne muhteşem bir tokaydı? O ne zarif, o ne inanılmaz, o ne müthiş bir işçilikti? Bu çocuğa asla bunları öğretmediğinden emindi Haldeni. Nereden aklına esmişti acaba, o minik kabukları böylesine başa çıkılmaz bir uyumla bir araya getirmek? Ve asıl önemlisi, buna nasıl cüret edebilirdi? Hem de sadece iki koluyla!

Haldeni, aklını kemiren düşünceleri bir yana bırakıp kendisine iç sızlatan bir merak ve heyecanla bakan midyeleri boylarına ve renklerine göre ayırmaya başladı. Bunlar çok güzel midyelerdi. Gönüllü olmanın da ilk ve terk şartı buydu zaten. İstemek yeterli değildi, güzel ve istekli olmak gerekiyordu, ama başka çare kalmamışsa, sadece güzel olmak da yeterliydi. İstek her zaman ve her şartta sonradan sağlanabilecek, sağlanamadığı takdirde çok da önemsenecek bir şey değildi. Bir görev emri alemin en güzel midyelerini karşısına getirmeye yeterdi.

Bu midyelerle hazırlayacağı kolye Samirina’nın keyfine göre günlerce kullanılacak, kullanılmadığı zamanlarda kendilerine ayrılan özel bir yerde bakımları yapılacak ve eğer son kralın bir marifetmiş gibi istediği yeni yasalar  uygulamaya konulursa, en fazla bir ay sonra serbest bırakılacaklardı. Yani onca emek ve onca yaratı sancısı bir ayda heba olacaktı! Böyle bir yasaya ne gerek vardı? Zaten onların gelenekleri, takı ahalisini esir gibi tutmalarına izin vermezdi. 'Çeşitli şartların belirlediği bir takım süreler'in sonunda, her biri yerini yeni gönüllülere bırakırdı. Saray saray diye tutturan o kadar çok meraklı vardı ki. 

Haldeni’yi teselli eden tek şey panora’nın varlığıydı. Çünkü bu deniz yılanının sülalesi kuşaklar boyu en iyi hizmeti vermiş ve başarılarından dolayı saray tarafından defalarca ödüllendirilmişlerdi. Hepsi saray kadınlarının boyunlarında geçen ömürleriyle gurur duyardı ve Panora’nın da diğerlerinden bir farkı olacağını sanmıyordu.

Hiç de böyle düşünmeyen ama vefalı bir deniz yılanı olan Panora’yı eline alan Haldeni, yılların deneyimi ve becerisiyle midyeleri teker teker üstüne bağlamaya başladı. Tabii o keskin gözlerinin bir bakışta seçtiği en büyük midye Gulama’yı tam ortalarında tutarak. Aslında sanatçı yanı ona, bu klasik tasarımdan daha farklı bir şeyler yapmasını ısrarla söylüyordu ama Haldeni’nin bu sesi dinleyecek vakti yoktu. Hem Gulama da yabana atılacak bir midye değildi. Onu tam ortada değerlendirmek ve yanlarına diğer midyeleri dizmek, şu an için çok gereksiz olan sanatsal endişelerden kesinlikle daha iç açıcı bir seçimdi.

Kolyeyi rekor sayılacak kadar kısa bir sürede tamamlayan Haldeni, yaşlı Kalmar’ın  yanına gelmesini rica etti. Mutlaka yapılması gereken bir iş daha vardı çünkü. Aslında bu, bir iş olmaktan çok bir gelenek, bir tür ayindi. Takı yapımında kullanılan bütün kraliyet canlıları, hizmet verecekleri kol, boyun, parmak ya da başa gönderilmeden önce yemin ederlerdi. Görev süreleri boyunca duydukları, gördükleri hiçbir şeyi anlatmayacaklarına dair.

Yaşlı Kalmar, elinde bir asayla ağır ağır süzüldü, geldi ve Haldeni’nin yanında durdu. Takı yemin törenlerinin vazgeçilmez yöneticisiydi o. “Ssuyun bittiği yerin üstüne ant içeriz” diye sonlanan yemin metnini, yüzlerce defa tekrar etmiş olmasına rağmen hala daha o ilk günün gurur ve heyecanını taşırdı. Ama onun ve diğer yemin gerektiren işler için görevli olan arkadaşlarının bilmezden geldiği şey, bu yeminlerin öyle çok da tutulmadığıydı. Evet belki sırlar söylenmezdi, bunu yapanın başına neler geleceğini tüm ülke bilirdi. Ancak, kulaktan kulağa bir zincir yosununun çözülmez halkaları gibi akıp giden söylentiler, dedikodular ve saray yaşamının zararsız ayrıntıları, hep bu sadece bir ucundan tutulan yeminin sonucuydu. Tutulmayan diğer uç, belki de bu kadar çok gönüllüyü toplayabilmenin olmazsa olmaz şartıydı ve gözardı edilmesinde çoğu zaman fayda vardı.

Yaşlı Kalmar asasını kaldırınca, Haldeni’nin on sekiz koluna boylu boyunca yayılmış olan Panora ve bedenine bağlanan midyeler kulak kesildi. Yaşlı Kalmar’ın titrek ama inadına güçlü sesiyle söylemeye başladığı yemini, peşi sıra tekrar ederek bitirdiler. “Suyun bittiği yerin üstüne ant içeriz” dediklerinde, Panora o suya da üstüne de oldukça kızgındı. Daha şimdiden midyelerin ağırlığı canını sıkmaya başlamıştı ve bu şerefli ısdırabın ne zaman sonlanacağına dair hiç de umut veren bir tahmini bulunmuyordu. Sonunda Haldeni’nin kollarında saraya doğru yola çıktıklarında, Gulama içinden dua okumaya başladı, öbür midyeler son bir kez takırdadı, ve Panora yüzüne, öğretilmiş gülücüğünü yerleştirdi.


Devam edecek..

Zamansız arsız edepsiz


Her şeyi bir yana bırakıp gökyüzüne baktığında, gökyüzünün de ona baktığını fark etti. Çok ama çok kısa bir fark ediş anıydı bu. Gözünün ucundan kirpiğinin üstüne atlayan ve sonra hemen göz bebeğine kurulan bakış, aynı hazin hızla burnunun ucuna ve oradan da sol yanağına zıplayıp kendini boşluğa bırakmıştı. 

Kaçamak bakışın firarını izlerken aklı başına geldi. Gökyüzü ona bakmıştı! Başını yukarıya kaldırdı, gökyüzüne dik dik baktı. Evet işte oradaydı! O da gözünü dikmiş kendisine bakıyordu. Hiç çekinmeden, utanmadan, acaba ayıp olur mu diye zerre düşünmeden, öyle dosdoğru gözlerinin içine bakıyordu. Sanki gözlerinin sahibiymiş gibi. Alıp da gidecekmiş gibi.

Tam bu sırada paçasından çekiştirildiğini hissetti. Umursamadı. Gözleri üşendi, canı sıkıldı. Hem kim gökyüzü kendisine yiyecekmiş gibi bakarken koluyla bacağıyla uğraşırdı ki? Hiç kimse! Ama kim ayak bileğini sıkıştıran uslanmaz bir çekiştirmeye kayıtsız kalabilirdi? Yine, hiç kimse!

Gökyüzü henüz gözünü kırpmamışken hızla aşağıya baktı. Paçasına yapışan arsızı hemen tanıdı. Az önce atlaya zıplaya kaçan küçük bakıştı bu densiz. Zamansız arsız ve edepsiz. Bir şey söylemeye çalışıyordu elini kolunu sallayarak. Bas bas bağırıyordu, kızarmış bozarmıştı ama sesi yetmiyordu, duyuramıyordu bir türlü.

Başka bir zaman olsa merak ederdi ne söylemeye çalıştığını. Başka bir zaman olsa, mesela gökyüzü ona bakmıyorken, işte o zaman belki duyardı onu, dinlerdi. Ama şimdi hiç sırası değildi. Hem kim gökyüzü kendisine dokunacakmış gibi bakarken küçük bir bakışın derdini dinlerdi ki? Hiç kimse!

Boşverdi, çevirdi başını gökyüzüne. Bulutları, kuşları ve uzaktaki bir uçağı gördü. Bir terslik, kocaman bir eksiklik vardı. Gözlerini kapadı, açtı, oğuşturdu, kaşıdı.. sonra anladı, gökyüzü artık ona bakmıyordu. Gitmişti sanki, bırakıp gitmişti.

Çok kızdı, öfkeyle yere baktı, aman be işte o küçük salak ve rahatsız bakış da gitmişti. O da yürüdü gitti. Hem kim gökyüzü artık ona bakmıyorken bir yerlerde durmak isterdi ki? Hiç kimse!

Domatesin varoluşa katkısı

Bir türlü bilemediğimiz evrenin tahmin bile edemeyeceğimiz bir köşesinde, büyük salçalık domatesin çevresinde dönüp duran küçük domates son dönüşünü tamamlıyordu. Çünkü büyük salçalık domatesin salça olma zamanı gelmişti. Hep gelir zaten o mutlak son! Tavaf ettiği domatesin iki kutsal toplayıcıyla akıbetine süzülüşünü hüzzam faslından "terk edip gitti beni" eşliğinde izledi. Artık yalnızdı.

"Belki başka bir büyük salçalık domates bulurum" diye düşünerek yola koyuldu, bulamadı. Ama bizim gezegeni pek güzel buldu, yer çekimiyle iki tek atıp dost oldu, kazasız belasız yere indi. Yerde bi ton abuk sabuk bitkiyle karşılaştı. Onlarla 'hayatın anlamı ve varoluşun nedeni' temalı uzun sohbetler yaptı. Uzaylı olduğu için sözünü dinleyen çıktı. Sonunda hep birlikte bir karara vardılar: Varoluşları bir işe yaramalıydı! Ot gelip ot gitmenin bir manası yoktu.

Tartışmalara zaman zaman katılan deniz bir ricada bulundu ve içinde birbirinin gözünü oyan bir takım canlılar dolaştığını, mümkünse bu canlılardan bir kısmını tartışmalara dahil etmek istediğini beyan etti. "Sizleri dinleyip belki feyz alırlar efendim" dedi. "Peki" dedi domates, diğerleri de "hıı tamam o zaman" dediler.

Böylece karaya çıkan bir takım canlıların, başka bir takım canlılara evrilmesi ve evrilirken, hem birbirlerini hem de başta domates olmak üzere diğer bitkileri yemesi süreci başladı. Bu sürece 'gezegendeki yaşam' diyelim, o ilk domatesi unutmayalım, bir başka sevelim..

Kleopatra

Mars ile Jüpiter arasında yer alan asteroid kuşağının sebebi hikmeti olan devasa gök taşının kadim zamanlardaki adıdır.

Rivayet muhteliftir, ancak en kıdemli rivayetin kelamı şu yönde:

Bu kuşağın yerinde bir zamanlar bir gezegen vardı, sonra Kleopatra gelip bu bahtsız gezegene olanca hışmıyla çarptı. Gezegen binlerce parçaya ayrıldı, yayıldı boşluğa.

Ama parçalar fazla uzaklaşamadı ve toplu halde dolanmaya başladılar. Hiçbir parça yeniden tüm olamadı, Kleopatra'yı unutmadı, unutturmadı. Mevzuyu makul bir mesafeden izleyen Dünya bu ismi ortak belleğine kazıdı.

Kaynak: Mesafe tanımayan arsız Kleopatra parçacığı. (Dünya'ya sıçrayan parçacığın olanı biteni bi rakı sofrasında anlattığı rivayet edilir.)

Kırmızı

Kırmızı, gelinciklerin evrende var olma sebebidir. Aslında, eğer bir evren varsa (en azından bizimkisi) onun varoluş nedeni de gelinciklerdir. Dolayısıyla kırmızı için söylenebilecek en akıl kârı şey, bir evrenin (en azından bizimkisinin) sebebi hikmeti olmasıdır.

Evren bu konuda şimdiye kadar hiçbir yorumda bulunmamıştır. Ancak suskunluğu kabullenme olarak algılanmış ve hiç kimse kırmızının hükmünü sorgulama cesareti gösterememiştir.

Gelincikler ise evrenin en gizemli ama en bahtsız varlıkları olarak yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Çünkü, kırmızı hakkında ileri geri konuşamayanlar kendilerine gelincikleri hedef seçmiş ve yapılabilecek her tür sorgulamayı, irdelemeyi ve bıktırına kadar çözümlemeyi üzerlerinde denemişlerdir. Hatta karşılarına geçip dakika ara vermeden devrik cümleler bile kurmuşlardır.

İşte gelinciklerin bir araya gelme nedeni budur. Tek başlarına asla başa çıkamayacakları bu “varoluşu içselleştirmenin öz eleştiri soslu betimlemesi” kabir azabına, ancak bir araya gelerek dayanabilmişlerdir. Gelincik tarlalarının bu direnişi sayesinde, evrenin var olma nedeninin kırmızı olduğu unutulmuş ve zamanla başka nedenler aranmış ve bulunmuştur. Ancak hiçbir neden, gelincik kadar dayanıklı ve kırmızı kadar dokunulmaz olamamıştır. (En azından bizimkisinde)